Avrupa ve Avustralya’da son yıllarda yapılan araştırmalar, ırkçılıkla karşılaşan insan sayısında artış olduğunu ortaya koydu. ABD ve Birleşik Krallık’tan gelen raporlar da bu tezi destekler nitelikte. Peki ırkçılık doğuştan mı gelir, yoksa psikolojik bir bozukluk mu?

Boyer, bu stratejinin başka grupları daha düşük statüde tutarak kaynakları paylaşmaktan kaçınmayı sağladığını öne sürüyor. Yani atalarımızın, hayatta kalma şanslarını düşürme pahasına başkalarıyla kaynak paylaşması mantıklı değildi.

Ancak bazı uzmanlar bu evrimsel teorilere temkinli yaklaşıyor. İnsanlık tarihinin erken dönemlerine dair veriler, küçük nüfuslar ve bol kaynaklar nedeniyle yiyecek ya da su konusunda paylaşım dışlama gereksiniminin olmadığını gösteriyor. Ayrıca, antropolojik veriler, tarih öncesi insan topluluklarının birbirinden kaçınmak yerine sık sık karıştığını, evlilik yaptığını ve grup üyeliklerinin değişken olduğunu ortaya koyuyor. Savaşların son derece nadir olması ve belirgin bir bölge savunmasının olmaması da bu görüşü destekliyor.

Genel olarak, insanlar kendilerini güvensiz hissettiklerinde ulusal ya da etnik kimliklerine daha fazla bağlanma eğilimi gösteriyor. Bu kimlik aidiyeti, kişinin benlik saygısını ve kimlik duygusunu güçlendirerek kaygı ve belirsizlikle başa çıkmasına yardımcı oluyor.


Psychology Today’de yer alan haberde, ,”Irkçılık insan doğasının bir parçası değil, bir sapmadır” ifadeleri yer alıyor. Dahası, “ırk” kavramı bilimsel temelden yoksundur. Genetik ya da biyolojik olarak insanları “ırklara” ayırmak mümkün değildir. Tüm insanlar Afrika’dan köken alır ve zamanla farklı iklim ve çevrelere uyum sağladıkça fiziksel farklılıklar geliştirmiştir.